Bu sene İstanbul Film Festivali kapsamında izlediğim filmlerden biri İspanya- Kosta Rika yapımı, Antonella Sudasassi Furniss’in “Tutuşan Bir Bedenin Anıları” (Memorias de un Cuerpo Que Arde) filmi oldu. 2024 yapımı bu film, Furniss’in “büyükanneleriyle konuşamadığı” konular üzerine. Film, kadın cinselliği, toplumun kadın üstündeki baskısı, kadına şiddet üzerine önemli sözler söylüyor.
İki senedir İstanbul Film Festivali’ne ciddi bir mesai harcıyorum. Festival başlamadan önce kendime gün gün film listesi çıkarıp biletler satışa çıktığı an adrenalin dolu bir panikle alabildiğim kadar bilet alıyorum. Bunun nedeni, genelde çok fazla film izlemeyen, dahası farklı ülkelerden filmleri araştırmayan biri olarak festivalin bana normalde karşılaşmayacağım filmlerle tanışma imkanı sunması. Normalde bir filme zaman ayırmadan önce konusunu okuyan, mutlaka fragmanını izleyen, bir filme zaman ayırmaya karar vermekte zorlanan biri olmama rağmen festival filmleri söz konusu olunca filmin içeriği, ülkesi, dili önemini tamamen kaybediyor. “Tutuşan Bir Bedenin Anıları” filmine aslında içeriğinin yaşlı bir kadının cinselliğe bakış açısı olduğunu bilerek gittim fakat beni çok dahasının beklediğinden haberdar değildim.
Film, düşündüğümden çok daha katmanlı, hüzünlü ve izlemesi zor bir filmdi. İzleyen her kadının bu filmde bahsedilen deneyimlerden ya da hislerden en az birini kendine aşina bulacağına eminim. “Tutuşan Bir Bedenin Anıları”, kadınlara kadın olmakla ilgili öğretilenler, öğretilmeyenler ve yaşadıkları şiddetten bahsediyor. Karakter filmin bir noktasında gençliğindeki güzelliğini anlatırken şöyle diyor: “Kadın olmayı seviyorum. Yeniden doğsaydım ve seçebilseydim, yine kadın olurdum. Fakat kadınlık oldukça kırılgan da bir şey.” Anlatılanlar 1970’ler Kosta Rika’sında, Katolik bir ortamda yaşansa da ülke-din-kültür çok da fark etmeksizin kadının şiddetin kalbinde, hem mağdur hem suçlu olarak kalmaya devam ettiğini gösteriyor. Çocuk yaşta kendi evinde amcasından, kuzeninden gördüğü cinsel taciz, aileden birilerine anlatırsa kendine inanılmayacağı, hatta giydiği kısa elbiseler nedeniyle onun suçlanacağının söylenmesi maalesef tanıdık gelen sözler. Küçük bir bebeği varken kocasından fiziksel şiddet görüp hastanelik olduğunda ve boşanmak istediğinde babası bunun onun taşıması gereken bir yük olduğunu (It is your cross to bear.) ve eve geri dönemeyeceğini söylüyor. Hayatı boyunca cinsel saldırının hep dışarıdan geleceğini sanarken evlilik içinde de, kocası tarafından da cinsel saldırıya uğrayabileceğini acı şekilde öğreniyor.
BÜYÜKANNELERİN YAŞADIKLARI VE KONUŞAMADIKLARI…
Bu filmi yaparken Furniss başta bahsettiğimiz üzere büyükannelerinin yaşadıklarını ve onlarla konuşamadıklarını merkezine koymuş. Kendisiyle yapılan bir röportajda büyükannesinden şöyle bahsediyor: “Çoğu zaman, hamileliği isteyip istemediğini, cinsel yaşamından zevk alıp almadığını merak etmiştim. Çünkü 11 çocuğu olmuştu ve iki de düşük yapmıştı. Ama onunla bu konuları konuşamadım, çünkü ölmüştü. Bu aşkın idealizasyonu, beni, büyürken onlar için aşkın ne olduğunu ve cinselliği nasıl yaşadıklarını merak ettirdi. Kadınların güçlenmesi sayesinde toplumda bazı şeyler değişti ve umarım cinselliklerinin tadını çıkarıyorlardır, ancak toplum hala ataerkil olduğu için ev içi şiddet var ve kadınlar hala nesne olarak görülüyor.” Bu filmin beni düşündürdüğü ana noktalardan biri de kendi ailemdeki kadınlarla çok yakın olmama rağmen bazı konuların nasıl olur da hiç konuşulamadığı oldu. Ben de ailemdeki tüm kadınların cinsel hayatlarını nasıl yaşadıklarını, dışa vuramadıkları hangi tür şiddetler yaşadıklarını, evlendikleri adamları gerçekten sevip sevmediklerini, yaşadıklarının bir noktada kaderlerine razı olup kendilerini “kadın” rolünden çıkarıp tamamen eş/anne rolüne adamaktan mutlu olup olmadıklarını hep merak etmişimdir. Anneannem 16 yaşında kaçırılmakla tehdit edildiği için okulunu bırakıp evlenmek zorunda kalan, genç yaşta dört çocuğu olan, dördüncü çocuğa bakamayacağı için çaresizce düşük yapmaya çalışan ama başaramayıp annemi doğuran bir kadındı. Hem fiziksel hem sözel şiddetle geçti yılları. Ve belki de dillendirilmeyen dahası. Dedem Alzheimer hastalığına yakalandığında senelerce eş olarak görevi kapsamında ona evinde baktı ve bununla hep garip bir gurur duydu. Kendi tabiriyle “senelerce şiddet görmesine rağmen kocasına kadın başına bakmak” ona kendini iyi hissettirdi. Ama ben eğer bırakıp gidebilecek konumda olsaydı dedemle kalır mıydı, 16 yaşında evlenmek zorunda bırakılmasaydı hayatında neler başarırdı, hep merak etmişimdir.
Bunlar annelerimizle, teyzelerimizle, büyükannelerimizle konuşamadığımız konular. Seks sanki kadının evlilik çerçevesinde kabullenmesi gereken, kendi aktif olarak yaptığı değil ona yapılan bir şey gibi öğretildi. Kadının zevk alması, rıza göstermesi (evlilik içinde ve dışında), cinsel hayatında bazı şeyleri sevip bazı şeyleri istememesi ve bu konuda söz sahibi hissetmesi bize gençlik yıllarımızda hiç anlatılmadı. Annem adet olmakla ilgili beni karşısına alıp konuştu ama seks ile ilgili bir kere bile konuşmadık. Cinselliği, saklanması, utanılması, sadece evliyken yaşanması ve üzerine konuşulmaması gereken bir tabu olarak öğrendim. Aynı şekilde taciz/cinsel saldırı gibi travmatik olaylarda hala ve hala kadının o anda nerede olduğu, saatin kaç olduğu, üzerinde ne tür bir kıyafet olduğu sorularının sorulması, toplumun suçludan çok kurbanı suçlaması kadın hakları konusunda ne kadar az yol kat edebildiğimizi düşündürüyor bana. Üniversite zamanlarında yurduma yürürken birden karanlıkta gördüğüm teşhirciyi, otobüste popoma dokunan tacizciyi, istemediğim halde beni öpen adamı sanki hepsi benim suçummuşum gibi aileme anlatamam, o yaştaki Ayça için çok üzülmeme neden oluyor. Film senelerdir üstüne çok düşünmemeye çalıştığım bu konuları beklemediğim bir anda karşıma çıkarıyor.
SINIRLARI BELİRLEMEK VE KORUMAK
Bu tamamen mutlu ya da mutsuz bir film değil. Filmin ilerleyen kısmında gençliğinde ve evliliğinde cinsel ve fiziksel şiddet gören karakterimizin ailesinden destek görmese de eşinden boşandığını, çocuklarını tek başına büyüttüğünü ve artık evinde tek başına rahat bir şekilde yaşadığını görüyoruz. Zaman zaman geçmişte yaşadıkları ile yüzleşmekte zorlansa evinde öfkesine ve affetmemeye yer var. Eski fotoğraflar yırtılıyor, bazı kilitler kırılıyor. Aynı zamanda aşk ve cinsellik konusunda sınırlarını korumayı, ne istediğini açıkça ifade etmeyi de öğrenmiş. Bunu 70’li yaşlarında başladığı ilişkisinde koyduğu sınırlardan anlıyoruz.
Kadın olarak sınırlarımızı belirlemek ve korumak ve cinsellikten zevk almaya hakkımız olduğunu bilmek, aynı zamanda yaşadığımız şiddeti, ne türde olursa olsun, hak etmediğimizi hatırlamak önemli. Bu film bana ileride bir kızım olursa onunla kurmak istediğim ilişkinin, kendi annemle ve ailemin kadınlarıyla kurduğum ilişkiden ve iletişimden ne kadar farklı olduğunu hissettirdi. Kadın olduğum için gerçekten mutlu olmama rağmen kadın olmanın bazen kendimi ne kadar kırılgan hissettirdiğini de hatırlattı. Kendinizden, ailenizden, etrafınızdaki kadınlardan mutlaka bir şeyler bulacağınız, duyguları, deneyimleri korkmadan konuşan bu mutlaka filmi izlemenizi tavsiye ederim.